5 Ocak 1901 / İstanbul’da bir kıraathane
Nargilenin ağır kokusu birbiri ardına doldurulan kahve kokularıyla karışmış, dayanılmaz bir hal almıştı. Reşat kahveleri dağıtıyor ustası ise ardı sıra dolduruyordu. Çok çalışırdı Reşat. Babası vefat ettikten sonra başlamıştı bu işe. Bakması gereken hasta bir annesi iki de küçük kız kardeşi vardı. Aldığı haftalık zar zor götürüyordu onları. Ama buna da şükretmek gerekiyordu. Sabahtan ezanıyla yatsı arası çalışma süresiydi Reşat’ın. Ustasından önce kıraathaneyi açar, işe başlardı. En çok dışarıya masaları yerleştirdikten sonra, keyifle içtiği Türk kahvesinden zevk alıyordu. Bir yandan kahvesini muazzam bir tat ile yudumlarken bir yandan da dükkânlarını yeni yeni açan esnafları seyrediyordu. Özellikle Hallaç İbrahim onu çok güldürüyordu. Erken saatte açardı İbrahim fakat işi hep öğle ezanından sonra olurdu. Üç yıldır oradaydı Reşat ve bu istisnasız devam etmişti. Ama İbrahim inatla hep erken açardı. Sonra aklına gelirdi Reşat’ın. Hallaç İbrahim’in kimsesi yoktu. Ustasından öğrendiğine göre ailesini beş yıl kadar önce büyük yangında kaybetmişti. Öyle ya evde durmak daraltıyordu İbrahim’i.
Her gece olduğu gibi yine kıraathanede yerini almıştı İbrahim. Yanında arkadaşlarıyla birlikte dipsiz başsız bir sohbete dalmışlardı. Saat ilerliyor, kahveler birbiri ardına masaya gelip gidiyordu. Zerzevatçı Mustafa geçen günlerde bir başlık gördüğünden bahsediyordu. Başlık koca puntolarla yazılmıştı anlattığına göre. Anlatmaya başlamadan önce Reşat’a seslendi.
“Reşaaat! Nerede kaldı bizim kahveler?”
Ardından devam etti.
“Güya Avrupa gizli bir şey üzerinde çalışıyormuş da bu şey ile istedikleri zaman tüm cihanı kontrol altına alabilirlermiş.”
Reşat kahveleri çoktan getirmiş, Mustafa’nın sözünü bitirmesini bekliyordu. Kahveleri masaya koydu. Tam gidecekken kalıp dinlemeyi istedi. Zaten pek kişi de yoktu kıraathanede. Mustafalarla birlikte bir masa daha doluydu. O masadan da iki nargile dört kahve istenmişti şimdiye kadar. Orada ne konuşulduğunu da bilmiyordu. Umurunda da değildi zaten. Mustafa büyük hararet ile devam ediyordu konuşmasına.
“Avrupa uzun zamandır bunun üzerinde çalışıyormuş. Fakat bu gâvurların hepsi ayrı ayrı sadece kendileri buldu sanıyormuş. Büyük işler olacak yakında, büyük.”
Muhabbetin başından bu yana gözünü kırpmadan dinleyen Tahir büyük bir şiddetle atıldı.
“Elin gavuru bile nasıl işler yapıyor. Biz onca sene ne yaptık? Ne yaptı başımızdakiler? Neden uyuduk, ey ahali? Dangalaklığımızdan ya. Yalnız kendi dangalaklığımızdan.”
Masada ki herkes bir bir saydırıyordu Osmanlıyı bu hale getirenlere.
Hiç olmadığı kadar uğultuluydu o an orası. Az kişiydi belki içeridekiler fakat konu vatan olduğunda herkes saydırıyordu bir şeyler. Herkesin bir vatanı kurtarma yöntemi vardı. Kimi başarılı kendince kimi ise daha uygulamayı göze alamadan bir başkası tarafından batırılıyordu.
Reşat konuşmaya dalmıştı ki diğer masadan bir ses ile irkildi.
“Delikanlı, bir kahve daha alabilir miyim?”
Reşat aceleyle kahveyi getirdi. Tekrar eski yerine döndü. Adam kahvesinden bir yudum aldı
“Gördün mü Yavuz? O kadar iyi sakladı ki saray bu durumu, kendi halkımız bile aptal olduğumuzu düşünüyor.”
“İyi sakladı da saklamakla iyi mi etti kötü mü etti orası muamma” diye ekledi diğeri.
Bir süre sonra kahve eski havasına geri dönmüştü. Herkes günlük işlerden bahsediyor, Ticaretin İngiliz malları yüzünden ölmek üzere olduğunu konuşuyordu.
0 yorum:
Yorum Gönder